Yıldızların yere gereğinden fazla yakın olduğu zaman, romantik bir yürüyüşe çıkmıştım kız arkadaşım ile, sanırım kış ayındaydık. Siyahın olmadığı yerde kar güzel yüzünü gösterirken katlediyorduk yolları kız arkadaşımla. Birbirimize filmlerden bahseder, kitaplardan bahseder iPod'tan 'James Blunt' dinlerdik.
Ballanan muhabbet ile Bedford Falls'ı geçtikten sonra şehir tamamen tüm güzelliğini göstermişti bize. Yıldızlar üzerimizde parlıyor, Paulo Coelho'dan başlayan muhabbet Danny Devito'ya kadar uzanıyordu.
Geri dönme kararı aldık ve yürüdük, sadece ikimizdik, yalnız sokaklarda. Nefesimiz buğu çıkarıyordu. Tam bir akıl sağlığı bozuk şairlerin havasıydı o bizi üşüten hava.
Mora bürünmüş o sokağa tekrar girdik ve köşede ki cafenin açık olduğunu gördük, tam hatırlayamasam da sanırım cafenin ismi Peet's Coffee idi. Hemen iki filtre kahve istedik ve havanın giderek 'The Shining' adlı filmi andırmaya başladığını dile getirdik birbirimize.
Her neyse, kafeye girdik. Ahşap desenleri, loş ışıkları ve insana huzur veren tiz müziklerle donatılmıştı kafe. Garip insanlar kahve içer, çıkışında kavgalar olurdu o kafede. Haliyle biraz ürktü kız arkadaşım.
Fazla kafeinden sarhoş olmuş İrlandalı, tam bir Mocha bağımlılığına tutulmuş Kanadalı ve onları sürekli uyaran aklı başında Fransalı insan modeli vardı. Biz ise onları köşeden seyreden ve kahvelerini yudumlayan iki eştik.
Bitti kahvemiz, hesabı ödedik ve dışarıya çıktık. Yollar kat ettik. Müzik dinledik, artık muhabbet etmiyorduk çünkü edecek muhabbet kalmamıştı. Sanırım ara sokakta ki evden çıkan bir Polonya'lı bakkaliyet ihtiyacını gidermek için dışarıya çıkmıştı. Bizle konuştu, güzel sorular sordu ve biz çok sevmiştik. 60-70 yaşlarında şirin bir teyze idi bu. Eşi ölmüş, sadece oğlu ile kalıyormuş. Bizi evine kahve içmeye davet etti, o kadar sevmiştik ki sevgilimle birlikte hemen kabul etmiştik teklifini.
Bize yaşadıklarını anlatarak hüzünlendiriyordu, kimi zaman anlaması zor esprileriyle kırıp geçiriyordu. Muhabbete o kadar dalmışız ki, Banshee'lerden ve diğer şehir efsanelerinden bile konuşmuştuk. Gerçekten çok şirin bir teyzeydi bu ve kaldığımız evin çok yakınındaydı. Bizim gitmemiz gerek dedik teyzeye. Peki dedi. Kalktık usulca. Veda ettik ve hemen karşıda ki ev bizim evimizdi oraya gittik.
Filtre kahvenin kafeini çok kötü -ki bunu biliyoruz, bizi biraz zor uyuttu. Eşim ile Polonya'lı teyze hakkında konuşurken tekrar çok tatlı bir teyze kanısına vardık.
Ertesi gün, sevgilim uyurken ona güzel bir kahvaltı hazırlamak için sabahın erken saatlerinde uyanmıştım. Kahve hazırdı sadece bir kaç sos gerekliydi alınması gereken. Ceketimi ve ayakkabılarımı giydim, dışarıya çıktım.
Dört bir yanda akşamdan kalma garip insanlar, soğuğun üzerinde uyukluyorlar. Öyle pis kokuyorlar ki, sanırsınız likörle yıkanmışlar. Tam sokağı geçtim, köşeyi döndüm ve akşamdan kalma bir adam bana bıçak çekerek benimle konuşuyor. Çok korkmuştum ve aşırı sinirlenmiştim. Sarhoş olduğu için aksanını tam anlayamıyordum, çok garip bir aksandı fakat, bundan emindim. Üzerime doğru hızla koşmaya başlarken kolay bir el darbesiyle adamı yere yığdım ve o sinirle inanılmaz bir şekilde vurdum.
Öyle dövdüm ki, soğuk ellerim sanki cep sobası görmüşçesine ısındı. Ardından markete girdim alacağımı aldım ve evime gittim. Olayları eşime anlatmadan ısınma çabasına girdim, ısındım. Maillerimi kontrol edip, kahvemi yudumladım. Kahvaltı hazırdı, uyandı. O içten sesiyle teşekkür ederim dedi ve kahvaltıya oturduk. Kahvaltımız bitti ve karın ağrısı belirdi bende, aklım ise dövdüğüm o insandaydı.
Akşam vakti oldu ve...
Bir kaç Kuzey İrlandalı dost ile şehirde dolaşırken bir İrlanda Barı gördük, çalan Celtic müzik ve o lanet olası likör kokusu. Seviyordum İrlandalıları. İçmeye başladık. O kadar içtenlerdi ki, sanki ebeveynlerim gibi. Dertleştik, Irish Folk'tan, İndie Irish Rock'a kadar bir muhabbet geçidi oluşturduk.
Telefonum çaldı, kapağını açtım ve eşimdi. Polonyalı teyzenin bizi evine oğlu ile tanışmaya davet ettiğini söyledi. Yarım saate kadar oradayım cevabını verdim ve kapattım telefonu. Arkadaşlardan izin isteyerek aldım yolu eve doğru. Eve geldiğimde eşim hazırdı, hemen çıktık. 10-15 adım sonra karşıda ki ev direk Polonya'lı teyzenin evi idi. Fakat bir gariplik vardı Polonyalı Teyze çok üzgündü. Girdik içeriye, buyrun oğlum salonda dedi. Salon'a gittim, birden içeriye en masumi ve en güleryüzlü şekilde Merhaba dedim.
Tüm o iyi niyetin ardından, suratım buz kesmişti. Öyle garip bir durumdaydım ki, bayılacağımı hissediyordum ve kendimi zor tutuyordum. Meğerse canımızdan sevdiğimiz Polonya'lı Teyze'nin oğlu bugün alışveriş yapmaya giderken dövdüğüm adammış.
Adam kekeleyerek, işaret ederek, anne beni döven adam bu dedi Polonyalı Teyze'ye. İzninizle deyip hemen çıktım kapıdan eşim ile birlikte. Böyle bir kötü anı olarak kalacaktı bu beynimde. Lanet ettim içimden, eşim ağlayarak ne olduğunu sorarken kafamı önüme eğdim ve bana sert bir içki lazım diye titreyen sesle cevap verdim.
Şimdi herşeye lanet ediyorum, Bedford Falls'a, Mor'a bürünmüş o lanet olası sokağa, yere yakın olan yıldızlara.
Can Sıkıntısı İnsana Böyle Şeyler Yazdırabilir. / Massacre